Sayfalar

14 Nisan 2014 Pazartesi




RAMAZAN



Mekan : Amutlu Pazarı. Basit bir semt pazarı.
Zaman : Pazar akşamüstüleri.
Kahraman : Ramazan. Gerçek bir kahraman.

Armutlu benim için önemli bir mahalle. Üniversite yıllarım, 90’lar polisin Armutlu’ya giremediği yıllar. Ben ve birkaç arkadaşım Armutlu’nun çocuklarına gönüllü etüd ablalığı yapardık. Yeşil vosvosumla sokaklarında dolaşırdım. Çocuklar bayılırdı arabama. Ciddi, renksiz, yetişkin dünyaları vardı o çocukların. Ve ben en fosforlusundan yeşil arabamla bir palyaço gibiydim onlar için. Annelerine ders çalıştığımızı söylesek de en çok oyun oynuyorduk. O bağımsız yıllarımdan hatıradır Armutlu bana. Bir şekilde hep civarında yaşadım, çalıştım ne hikmetse. Yıllar sonra basit bir semt pazarı ile hayatıma, sanırım hiç vazgeçmediği direnişi ile de hayatlarımıza tekrar girdi  Armutlu.

Semt pazarlarında alışveriş yabancıdır aslında bana. 40’ından sonra saz çalmak gibi benim için. Ama sevdim . Az ve öz alışveriş yapmayı öğrendim. Teferruatlar yok pazarda. Bir insanın neye ihtiyacı varsa yaşamak için o kadarı var.  Bir felsefesi var yani. Marketler gibi sisteme hizmet etmiyor. Daha ne olsun. Tam benlikmiş de ben senelerdir yanlış yerlerde dolanmışım.
Neyse Armutlu Pazarına gelirsek Pazar günleri kurulan basit bir semt pazarı. Pazar yerinin girişinde bir Ferrari bayii var. Bayağı bildiğiniz Ferrari Maserati. Armutlu ve Ferrari Maserati tam bir tezat emsali. Ve o bayiinin önünde bekleşen küfeciler .Onlardan biri kahramanımız  Ramazan.

Onunla ilk tanıştığım günü çok iyi hatırlıyorum. Çok soğuk bir gündü. Hava da yağmur var gibi ama yok. Birşey yağıyor ama ıslatmıyor, daha çok acıtıyor. Vardır ya öyle bir yağmur. Ne sesi vardır ne kendisi. Ama yağar bi şey nemli nemli. Kıvılcım gibi yakar tenini ama buzdan daha soğuktur.
Tenim acırken  yağmurdan, Ramazan seslendi.

-Taşıyayım mı ABLAAA?

(Gene mi ABLA !!!)

Bir saniye bile tereddüt etmedim ki adetim değildir ne Abla olmak, ne de küfeci tutmak. Tamam taşı, taşı da şu ızdırap bir an önce bitsin diye geçirdim içimden.
İtiraf ediyorum suratına bile bakmadım. Sadece tenimin değil, içimin de acıdığı bir gündü herhalde.

-Abla çok soğuk di mi?
-Evet.
-Geçe kalmışsın Abla?
-Heee.
-Yakında mı oturuyorsun Abla?
-?????
(Sana ne ulan! Soğuktan nefesim donmuş konuşmasak mümkünse.)

Aklımdan bunlar geçerken nasıl aksi, nasıl ters baktıysam başını azarlanmış küçük bir çocuk gibi öne eğdi Ramazan. O mahcup çocuk ifadeyi ilk o zaman fark ettim. Çocuk gibi bakan bir adamdı.

Ama umrumda mıydı? Hayır. Tenim acıyor, içim acıyordu yağmur damlalarından.
Bir daha ne o konuştu, ne de ben. Hızlı bir alışveriş. Ve o yağmurdan kaçış.

Sonraki hafta tekrar rastladım Ramazan’a.

-Hoş geldin Abla. Taşıyayım mı?
Aaa baktım o mahcup çocuk ifade. Genelde en sevimsiz olduğum Pazar akşam saatleri olduğu halde o gün keyfim yerinde.
-Hoş bulduk. Hadi gel.
-Nasılsın Abla?
-İyiyim. Sen?
-İyi Abla. Bugün hava güzel.
-Evet.
-Ne alacaksın Abla?
-?????
O gün dedim ya keyfim yerindeydi. Kırmadım onu.
-Ne alayım?
-????? Bilmem Abla.
Sağa sola dolanıp yavaş yavaş alışverişe başladık.
Sebzecinin önünde tatlı bir kararsızlık ile sordum.
-Ispanak mı, pazı mı?
-Kara lahana alsana Abla.

(Kara lahana ??? Ulan soyadım kadar Akdenizli olan bana söylediğin şeye  bak. Ben ne anlarım kara lahanadan.)

-Napılır ki kara lahanadan?
-Dolma yapılır Abla.

(Dolma ??? Zor be güzelim.)

-Nasıl yapılır dolması?
O da bilemedi. Döndü pazarcıya.
-Nasıl yapılır bunun dolması? diye sordu.
Benim neşem Ramazan’a geçmişti sonunda.
Ama pazarcı azarladı ikimizi de.
-Normal dolma gibi.

(Sayın salak pazarcı sen de benim gibisin anlaşıldı. Boşa konuşmayı sevmiyorsun, yormam seni merak etme.)

Ama baktım benim küfeci anlamadı. Yine mahcup çocuk bakışlarını öne eğdi. 

(Ne eğiyorsun sende bakışları hemen. Seni  de şımartmak amma zormuş be. )

Neden bilmem Ramazan bakışlarını öne eğdikçe ben şımarıklığa vurdum işi iyice.

-Tamam ya, ver bi demet deneyelim.
Sonraları fark ettim ki Ramazan o kadar mahcup ki, şımartılmak zorunda olan bir çocuk sanki...
Yumurta da alıcam, meyve de alıcam, şu bu derken biz o gündü herhalde muhabbeti hafif ilerlettik. Arabaya poşetleri koyduk.
-Adın  ne senin?
-Ramazan Abla.
-Hayırlı haftalar Ramazan.
-Sana da Abla.
Sonraki hafta yine Ferrarinin önündeyim ama Ramazan yok ortalıkta.

(Hiç mi yok acaba, yoksa pazarın içinde mi?)

 Neden bilmiyorum ama o taşısın istiyorum.

(Biraz bekleyeyim hele.)

Başka küfeciler soruyor ama ben de tık yok. Hayır ne diyeceğim ki, Ramazan’ı bekliyorum, randevumuz vardı mı diyeceğim. Neyse fazla geçmeden Ramazan gözüktü.

-Hoşgeldin Ablam.
-Hoşbulduk.
-Taşıyacak mıyız Abla?
-Heee.
 -Nasıl kara lahanayı yaptın mı Abla?
-Nee ? Haa evet evet.
-Abla bak bu hafta buranınki çok güzel, al istersen.
-Alalım bakalım.

O günden sonra istisnasız her hafta kara lahana dolması en az bir kere pişer oldu bizim evde.
O Pazar’da keyifliydim diye hatırlıyorum. Hiç eğdirmedim Ramazan’ın mahcup bakışlarını yere. Şımarttım, şımardık beraber. Hatta soru bile sordum en son arabaya poşetleri koyarken.

-Geç oldu Ramazan, nerede oturuyorsun?
-Fatih’te Abla.

Soru sordum dediğim hepi topu budur benim. Fazla soru sormam. Sebepsiz yere soru sorulmasından da hoşlanmam. Bir nevi soru ketumuyum ben.

-Hayırlı haftalar Ramazan.
-Sana da Abla.

Sonraki hafta.....haftalar oldu. Ben Ramazan’a ve pazara iyice alıştım. Hele hava da acı bi soğuk varsa, saat kaç olursa olsun illa gidicem Armutlu pazarına. İlla göreceğim Ramazan’ı ve ona 10 tL de olsa vereceğim. Her hafta hayırlı haftalar dileyeceğiz birbirimize.
Diğer küfeciler de alıştı bu duruma. Ramazan yoksa “bekle Abla gelir birazdan” diyorlar artık.

Ramazan nasıl biri mi?

Ramazan samimi. Herkes tanıyor onu.

Ramazan anlayışlı. Keyifsiz günlerimde anlar, susar. Bulaşmaz. Mahcup çocuk  bakışlarını yere indirtmek zorunda bırakmaz beni.

Ramazan herkesle arkadaş. Her tezgahtan istediğini alır, ağzına atar. Kimse birşey demez.

Ramazan yardımcı. Hangi tezgahta tazesi var, bilir. Oraya götürür sizi. Yakın uzak demez.

Ramazan kuvvetli. Arkadaşları Rambo Ramazan diyor ona.

Ve Ramazan sanki mahcup bir çocuk. Şımarıklık yapasınız geliyor yanında. Neşelensin azıcık diye.

Fatih’te oturur. 5 çocuğu var, en küçüğü erkek. Haftanın her günü pazarlarda küfecilik yapar.

Onun hakkında bildiğim herşey bu kadar. Fazlasına ne gerek var di mi zaten? Pazarda bir küfeci Ramazan. Napacam özgeçmişini.

İşte böyle aylar geçti. Bazen hiç konuşmadan, bazen de azıcık sohbetle. Komik ama aidiyat duygusu (ki bana yabancı bir duygudur) hissettim o pazarda. Mümin gibi gizli ortağım oldu Ramazan. Yavaş yavaş Armutlu’nun bütün esnafıyla tanıştırdı beni. Kasap, peynirci, bakliyatcı hepsinin ablasıyım artık.

Keyifli, şımarık bir hal almıştı o sıkıcı Pazar akşamüstleri. Fonda sanki Neşeli Günler müzikali çalan anlar...biz iki şımarık...eğleniyordum orada...O güne kadar...

O gün... soru sordum.

Sonra sorular sordum. Cevaplar aldım.

Yeterli özgeçmişe sahibim artık. Ve şimdi içimden koca bi naaah çekiyorum fonda Neşeli Günler müzikali çalan kafama...

O güne gelirsek...

Ramazan’a patates soğan dedim.

-Tamam Abla dedi.

Dedi ama iki adım sonra baktım dolu küfe ile ters istikamete koşuyor, daha doğrusu o yürüyor da bana göre koşuyor.

(Ulan nereye koşuyorsun? Şimdi seni mi bekleyeceğim burada?)

Yeri gelmişken bekleme/bekletme eylemiyle ilgili de bir maruzatım var. Beklemekten nefret ederim! Bekleme anındaki belirsizlik duygusuna katlanamadığım için. Bazen insanları bekletmemin nedeni de budur. Hadi bunu da burada itiraf edeyim. Beklettiğim herkesten peşinen özürler dileyerek.

Bekleme fobim yüzünden kös kös düştüm Ramazan’ın peşine. Kısa bir kovalamacadan sonra Ramazan bir kadının ardında durdu. Ben Ramazan’ın ardında durdum.

Bir salise.

Ramazan’ın sırtı bana dönük, beni görmüyor. Kadının sırtı Ramazan’a dönük Ramazan’ı görmüyor.

İki salise.

Ramazan kadının omuzuna dokundu. Kadın Ramazan’a doğru döndü.

İki saniye.

Ve sonra...Sonra durduk... Sonsuz kadar.

Herkes, herşey durdu. Kadının bakışları zamanı dondurdu.

Acı bakıyordu. Korkunç bir hüzün ile bakıyordu. Ama en kötüsü hiçe bakıyordu. Evet, büyük bir boşluğa bakıyordu. Ramazan’ı delip geçiyordu bakışları, beni delip geçiyordu. Biz, herşey anlamsız bir boşluktuk, hiçtik. Bütün dünya bir hiçti. Zaman asılı kaldı havada o sırada. Sonra o kadar yavaştı ki hareketleri kadının. Gözünü oynatışı, omuzunun üzerinden boynunu çevirişi. O kadar yavaş ki zamanı durdurmakla kalmıyor, geriye de akıtıyordu.

Kadının ruhu devrilmiş bir yerlerde bir zamanlar belliydi.Enkazın altında kalmış,ezilmiş gibi. Ama bedeni dik kalmış. Ruhla beraber anlamda gitmiş. Anlam gidince geriye kalan beden napsın? O gün de karşımda zamanı geri akıtarak nefes alıyordu işte. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum. Ramazan kadının omuzuna dokunmasa da mesela, kadının arkasına atom bombası düşse kadın aynı tepkiyi verirdi. Aynı anlamsız hiçliğe bakardı. Ha atom bombası, ha Ramazan. Aynı. Anlamsız. Ruhu devrilmiş, bedeni dik kalmış. Kadının hali öyleydi ki, ben varlığımı, zamanı unuttum.

Sonra Ramazan bakışlarını kadından alıp, kadının elini tutan çocuğa çevirdi. Ve zaman tekrar akmaya başladı.

Çocuk Ramazan’a gülen gözlerle baktı. Avucunu açarak uzattı. Ramazan cebinden iki üç bozuk para çıkardı. Çocuğun avucuna bıraktı. Kadın bakışlarını öne eğdi. Ramazan çocuğun saçlarını karıştırdı, elini anlamsızca havada salladı.

VeRamazan arkasına döndü. Göz göze geldik.

-Abla napıyorsun burada?

(Elinin körünü ! Asıl sen napıyorsun? Allah belanı versin Ramazan. Bu neydi böyle? Kadının bakışları görmedin mi? Biz yoktuk, dünya yoktu o bakışlarda. Farketmedin mi? Zaman neden durdu? )

Ramazan anlayamadı demek ki o bakışın ardındaki devrilmiş ruhu. Ama ben o bakışı tanıdım. Lanet olsun bana ki ben o bakışı tanıyorum. Nasıl boktan birşey olduğunu biliyorum. Ve bu bakışı bilmekten, tanımaktan nefret ediyorum. Uzun zamandır karşılaşmamıştım. Lanet olsun Ramazan. O kadının o ruhu tekrar ayağa kaldıramayacağını da mı anlamadın? 

Tabi bunları sormadım. O bakışları anlatamadım. Bela da okumadım yüzüne.

İşte kafamda çalan Neşeli Günler müzikalini susturan soruları sormaya başladığım an budur.

-Kim bunlar Ramazan? O çocuğa neden para verdin?

Ve Ramazan anlattır.

-Abla bu kadının kocası pazarcıydı burada. Geçen yaz bi akşam pazarı topladı malları kamyonete yükledi. Hepimiz buradaydık ha. Bakmış teker patlak. Girmiş kamyonetin altına tekeri değiştirmek için.....
-Eee?
-Var ya bi alet hani altına konuyor arabanın o neydi be Abla hiç diyemem ben.
-Kriko ?
-Hee o işte. Boşalmış. Kamyonet inmiş bunun göğsüne. Hemen koştuk Abla. Ama hemen koştuk valla. Olmadı, çıkaramadık. Rahmetli oluverdi oracıkda. Bu Abla da üç çocuğuyla ortada kalıverdi işte böyle.
-Üç çocuk mu?
-Evet ya, üç yetim kaldılar işte.
-Ne iş yapar kadın?
-Bilmem Abla. Burada pazarcılar yardım ediyor galiba.

(Hay Allahım ya niye bilmezsiniz şu kadınların ne iş yaptığını.)

-Nerede oturuyorlarmış?
-Şuracıkta Abla, Armutlulu onlar.

Sonra Ramazan anlatmaya devam etti. Ben pek dinlemedim. Yeterince öğrenmiştim. Yetim üç çocuk vardı, babaları olmayan. Kadın için ise belli ki bir kocadan çok daha fazlasıydı o adam. Safi bir nefese dönüşecek, zamanı geriye akıtacak kadar yavaşlatacaktı dünyasını ondan sonra. O kadınla hiç konuştun mu diye soracak olursanız, ben ruhu devrilmiş insanlarla defterimi kapatalı çok oldu. O kadar cesur değilim artık ! (Ama adresi ben de saklı, çok merak ederseniz.) Arada sırada uzaktan görüyorum onları. Ramazan o çocuğa para verdikçe.

Sonra... Sonra ne olsun...torbalar arabaya, ben yoluma, Ramazan sırtında küfesi pazara...

Yolda düşündüm. Ramazan neden herkesin Rambo’suydu? Kendi çocuklarına da veriyor muydu acaba o kadar harçlık? Beş çocuğa birden veremezdi eminim. Kendi çocuğumuza mesela alamadığımız bir oyuncağı başkasının çocuğuna sırf daha mağdur diye alır mıyız? Hangimiz bu kadar iyiyiz? Gerçekten Ramazan bu kadar iyi miydi?

O günden sonra ben de ona Rambo Ramazan dedim. Ama içimden tabi.

Rambo Ramazan çocuğa her rastladığında aynı şeyi yapıyor. Yolumuzu değiştiriyor, koşturarak yanlarında bitiyor o üç beş kuruşu çocuğun eline şıkıştırıyor. Ben de her defasında  keşke o üç beş kuruşla çözülse dertleri diye içimden geçiriyorum. Rambo’nun bu komik saflığına uzaktan gülümsüyorum. Maalesef kökten çözüm olamayacaksam sorunlara uzak durmak gibi kötü bir huyum var benim. Sessizce eşlik ediyorum Rambo Ramazan’a benzeyenlere, sessizce dertleniyorum. O kadına seni anladım, anlıyorum demenin bir faydası olmadığını da biliyorum. O da yardım istemiyor zaten. O zaman rol almamın da bir anlamı yok... Diye düşünüyorum.

Sonraki hafta Ramazan’ı gerçekten tanımak için sorular sormaya başladım.

-En büyük kızın kaça gidiyor?
-Lisede Abla, meslek lisesinde.
-Öyle mi? Hangi Meslek Lisesi’nde?
-Nevşehir Merkez’de.
-Aaa! Yatılı mı okuyor?
-Hayır evden gidip geliyor.
-????? Nasıl ? Nevşehir’de ev mi tuttunuz kıza?
-Yoo, Abla annesiyle yaşıyor.
-????? Diğer çocuklara kim bakıyor?
-Anneleri.

(Gözünü seveyim Ramazan. Kaç karın var senin!!?? Sakın bana  küfeciyim ama iki hatta üç karım var deme. O para verdiğin çocuğun hatırı bile kurtaramaz seni, geçiriveririm küfeyi başına yeminle.)

-RAMAZAN ! Sen Fatih’te oturuyorsun ama kızın ve karın Nevşehir’de mi? Nasıl oluyor bu?
-Evet Abla, dememiş miydim? Ben Nevşehirliyim. Karım çocuklar orada. Ben buradayım. Senede 2 ay giderim oraya.

(Sormuş muydun Özge de şimdi bu kadar şaşırıyorsun.Kendime kızdım Ramazan sana değil, sakın eğme bakışlarını öne.)

-Hay Allahım ya Ramazan, ne bileyim kafam karıştı bir an. Peki kızın  hangi meslek lisesine gidiyor?
-????? Meslek lisesine gidiyor işte Abla.
-İyi de hangisine? Hemşirelik, sekreterlik falan hangisi?
-Bilmem Abla, meslek lisesi işte.

(Ulan RAMAZAN şimdi eğ o bakışları öne! Ne demek bilmem!!! Mezun olduğunda öğrenirsin inşallah, oğlun gitse bilirdin ama di mi...)

Neyse sonra öğrendim ki Ramazan Fatih’te bir bekar evinde kardeşi ve yeğeniyle yaşarmış. Kazandıklarını memlekete ailesine gönderiyormuş. Onların köy dağın eteğinde olduğu için tarlaları ekime uygun değilmiş. Zaten fazlada tarla yokmuş. Bildiğiniz hikaye işte...De belki bilmediğiniz küfecilerin çoğu böyleymiş. Memleketten uzakta bekar evlerinde yaşarlarmış.

Sonra başka bir gün diğer kızlarını sordum. Cüzdanından özenle iki vesikalık fotoğraf çıkardı. Hani paso için çekerler ya, küçücük vesikalıklar onlardan. Özenle uzattı; sanki onlar kucağındaki bebeklermiş gibi. Ben de aynı özenle aldım, baktım birbirine çok benzeyen bu iki kız kardeşe. O kadar sıradandılar ki; mavi önlüklü, beyaz dantel yakalı, gözleri yuvalarına kaçmış ürkek kahverengi bakışlı iki küçük kız çocuğu. Oğlumun vesikalık fotoğrafları aklıma geldi. O ürkek bakışlardan öyle utandım ki. Oysa ne kadar çoklar. Ne kaçıncı sınıfa giderler,ne isimleri, o gün başka hiçbir şey soramadım.

Başka bir gün annesini,babasını sordum. Ramazan soluksuz anlattı. Zaten artık ben sadece bir soru soruyordum, Ramazan durmadan anlatıyordu. Alışverişi hangi ara yapıyorduk, valla ben de bilmiyorum. Ramazan’ın onu dinleyen birine ihtiyacı varmış meğer. Benim neye ihtiyacım vardı da bu soruları sorup duruyordum, bilmiyordum.Hala da bilmiyorum. Soru soramam ki ben. Hani elini ayağını nereye koyacağını bilemez ya insan, ben de gereksiz yere edindiğim bilgiyi nereye koyacağımı şaşırırım. Öğrenip de ne yapacağım? Çok mu kötü birşey bu? Mesela Ramazan’ın bütün aile hayatını biliyorum ama ne yapacağım bu bilgiyle onu bilmiyorum. Gerçekten huzursuzluk verici birşey bu benim için!

Ramazan’ın annesi o  8 yaşındayken göçmüş bu dünyadan. Unutulmuş bir köyde  yedinci çocuğunu doğurmaya çalışırken bebekle beraber ölmüş. Geride benim Rambo Ramazan mahcup bakışlarıyla kalmış işte böyle. Ramazan’ı ve diğer kardeşlerini büyük ablası büyütmüş. Hem çalışmış o kızcağız, hem onlara annelik yapmış. Okumamış hiçbiri fazla. Babalarının bacakları çok ağrırmış, fazla çalışamazmış!? Ramazan en çok ablasından bahsederken bakışları gülümsüyor. Nasıl minnetle anlatıyor, ben size anlatamam onun gibi. Bakıyorsunuzdur Ablanıza artık dedim de, bakmaz mıyız Abla, o  bize nasıl baktı bir bilsen deyişi vardı ki... Bütün kardeşler her ay ona bir miktar para gönderirmiş. O Abla’ya minnettar Ramazan. Öyle bir minnet ve sevgi ki, ondan bahsederken bir an için bakışları mahcubiyetten kurtuluyor sanki.

Böyle böyle ben Rambo Ramazan’ın bütün hikayesini zaman içinde dinledim. Bütün bu öğrendiklerimi elimde her an kırılacak cam bir küre taşıyor gibi, nereye koyacağımı bilemeden dinledim.

Sonra yine bir gün o acıtan yağmurdan yağdı. Biz gene o çocuk ve annesine rastladık. Ben uzaktan seyrettim artık alıştığım ritüeli. Onlar kendi yollarına, Ramazan benim yanıma... Ramazan yine başladı anlatmaya. Kendi çocukluğundan bahsetti uzun uzun, yavaş yavaş.

Yağmur yine yakıyor tenimi ama olsun artık katlanabiliyorum. Ramazan anlatıyor ben usul usul dinliyorum.

Sesi  anlattıkça çocuklaşıyor,  adımlarımız küçülüyor, küçülüyor. Yol bitmiş önümüzde meğer. Beyaz bir kamyonetin arkasında durduk.
Ramazan yavaşça bana döndü ve çok içten ama en içten gelen bir sesle

-Abla, anam öldüğünde ben ikinci sınıfa gidiyordum ve kalem alacak paramız yoktu.

Dedi. Çocuk gibi sesi ile kalem dedi. Kalem!
Kalem alacak paramız yoktu dedi.
Kafamda bu cümle dönüp durmaya başladı. Ramazan konuşmaya devam ediyordu ama benim tüm duyduğum
-Abla, kalem alacak paramız yoktu...

Sonra baktım Rambo Ramazan yanımda küçüldü, küçüldü...Benim nazarımda mavi önlüklü mahcup bakışlı 8 yaşındaki Ramazan’a döndü. O zaman anladım niye o çocuğun peşinde koşturduğumuzu.

Ramazan o çocuğa kalem alabilsin diye para veriyordu. Ramazan sadece o çocuk da kalemsiz kalmasın istiyordu... Sadece kalem alsın diye!!! Bir faydası olsun diye değil.

Evet Ramazan, Rambo görünümlü 8 yaşında öksüz bir çocuktu, hiç büyümemişti. Sesinizi, bakışlarınızı biraz sertleştirseniz mahcup bakışlarını hemen öne eğen bir çocuk. Bütün derdi bir kalem olan çocuk. Şımartılmaya herşeyden çok ihtiyacı olan.

Ve bu görev benim gibi bir katneme mi düşmüştü?

Yanımda küçük Ramazan konuştu, durdu o gün. Ama ben hiç birşey duymadım. O kadın gibi zamanı geriye akıttım sanırım. 8 yaşındaki mavi önlüklü Ramazan’la kamyonetin etrafından dolanarak arabaya kadar yürüdük.

Sonra...Sonra ne olsun...Torbalar arabaya, ben yoluma, Ramazan sırtında küfesiyle pazara...

Ramazan pazara yürürken arkasından uzun uzun baktım. Tekrar büyüdüğünden emin olmak için. Yavaş yavaş büyüdü, Rambo Ramazan’a dönüştü, sırtında küfesiyle pazara gitti.

Ve karar verdim o gün, Ramazan da listemdeydi artık. Sağ elimi uzatıp sol tarafına dokunduğumda, kalbine değeceğimi hissettiğm insanların listesinde.

İşte bazen bir kalem parası kadar basittir sebep.

Hala bu hikayeyi elimde cam bir küre gibi taşıyorum,nereye koyacağımı bilmeden. Her an kırılacak diye korkarak taşıyorum.

                                                 ----------------

Bu arada Armutlu pazarını cidden herkese tavsiye ederim. Deterjan bile var, Etistanbul diye bir kasap var yol üstünde. Ramazan’ı ararsanız bu ay memlekete gitti. Çok komik, gitmeden beni kardeşine emanet etti. Ama Mayıs’ta gelecekmiş. Özge gönderdi deyin diyicem ama galiba adımı bilmiyor. Hiç sormadı sanırım.







20 Şubat 2014 Perşembe

İyi insanlar nerede?
O.Henry çok sevdiğim hikaye anlatıcılarından biridir. Ben de hayatıma giren müthiş üç erkekten birini O.Henry tadında hikayeleştirmeye çalıştım. Huzurlarınızda...

MÜMİN
Ağustos ayı.Sıcak mı sıcak günler. Hastane odasındayız . Annem by-pass ameliyatı olacak. Öncesinde kriz geçirdiği için 15 gün beklememiz gerekiyor. Erkek kardeşim ameliyattan sonra gelecek, şanslı piç. Öyledir o. Pek çok ailevi sorumluluktan muaftır. Sebebi yok. Öyledir yani, şanslı işte. Şikayet ettiğimden değil; mücadelesi verilmiş ve kabullenilmiş bir durum benim için. Mevzu başka zaten.
Hastanede refaket günleri. Herkes için aynı işte. Yavaş geçer, hatta geçmez. Durağan sahneler her gün tekrarlanır. Kalk, kahvaltı, ilaç, çay, kahve, gazete, abuk sabuk diziler, elde telefon biraz sosyalleşme çabası, ziyaretler bazen iyi geçer, hoş beş ile.Bazen  de cevabını bilmediğin soru bombardımanı şeklinde. Sadece ziyaretle kalsa iyi. Bir de ziyarete gelemeyenlerin telefonları var.  Bir cinnet anımda telefonu tuvalete atacaktım yeminle, orada bile soru cevapladım.
Nedir bu merak ?
-Kaç saat sürüyormuş ameliyat?
-Bilmiyorum,sormadım.
-Yoğun bakımda kaç gün kalınacak?
-Iıııı duruma göre değişir herhalde.
-Eve ne zaman çıkacak?
-İyileşince.
-Doktoru kim?
(Napıcan doktorunu, gidip adamımı öpücen.)
-Nasıl oldu?
(Allahım ya 100 kere anlatmış mıyımdır acaba?)

Bana yöneltilen bu bunaltıcı sorulardan kurtulmanın çok güzel bir yolunu buldum sonunda. Bir şey istiyordum. En basit ve net cümlelerle.
Mesela...
-Bıdıbıdı teyze, yarın benim iki saat işim var. Annemin yanında kalır mısınız?
-Aaa kızım çok isterdim ama vıdı da vıdı,vıdı da vıdı.
(Geri saymaya başla  kızım Özge : on-dokuz-sekiz-yedi-altı.  AAA  gitti. Hayret! Ulan sıfıra kadar bekleseydin Bıdıbıdı teyze, çok hızlı çıktın valla.)

Annem çok ukalasın, ne kadar kabasın diye başlar bu sefer.
-Sen benim kızım olamazsın.
(Kandırdınız di mi beni bunca sene.Biliyordum! Ben daha çok babama benziyorum işte. O daha az “mış” gibi yapan bir insandı. Anne, şu dostlar alışverişte görsün olayını bu halinle bile bırakmıyorsun ya pes.)

Ziyaretler biter, doktorlar ışık hızıyla gelir, gider. Akşam, yemek vs. vs.vs.



Sanki günler çok hızlı geçermiş gibi, sabahın beşinde,altısında kalk borusu öter. Gece nöbete kalan bezmiş hemşireler, odayı temizleyen hastabakıcılar, pvc tabaklarda pvc tadında peynir,zeytin dağıtan kateringci kadınlar...Önce hangisi gelirse artık.

Kapı açılır.
-Tak .
(oha be yavaş yahuuu)

Kapı o hızla duvara çarpar.
-Dan.
Lambanın düğmesine bi hışım basılır.Ondan bile ses çıkartırlar valla.
-Tık.
Ve beyaz floresan lamba uykunun en tatlı yerinde gözünün içine patlar.
-İlaç saaaatiiiiiiii.
-Tamam (kalktık karga karı, biraz bekle.)

Kahvaltı başka alem.Metal servis arabasına ramazan davulu muamelesi yapan kadın gelir. Uyanmamak mümkün mü?
-Tak
Kapı gene açılır.
-Kahvaltıııııııııı.
(Ahanda pvcler geldi,aman biz kantinden alırız bi şeyler, kalkamıyacam şimdi.)
-Biz istemiyoooz kahvaltııııııı.
-Datlı canın bilir.
-Küt
Kapı kapanır.
(Yavaş yahu, kadın ikinci krizi geçirecek anasını satiim.)

Bi de hastabakıcılar var. Mavi kostümlüler.Yine kapı gürültüsü.
-Temizliiiiiik.
(Buyur gel, camları silme bu hafta.Ütüler de birikmiş ama zahmet etme.)

Kovadaki suyun yarısı yerlere dökülerek silinir.
-Basmayın haaa,sonra iz oluyor. Bize kızıyorlar.
(Oldu uçarak giderim ben tuvalete, sen merak etme.)
-Eee, bi de kuru bezle silseniz, iz kalmaz.
-Yok ki kuru bez,hem bıdı bıdı bıdı da bıdı
(Bahane, hep bahane be abicim.Ne olacak bu memleketin hali?)



İşte bu ritüellere tam alışmışken bir sabah odanın içinde usul usul bir tıkırtı duydum.Gözümü önce hafifçe, sonra faltaşı gibi açıp fırladım yataktan. Mavi kostümlü yırtık terlikli bir hastabakıcı odanın ortasında yerleri siliyor. Daha ben ağzımı açmadan...
-Abla uyu sen, uyu.Ben silip çıkıcam.
(Ne ablası ulan. Uykuma tecavüz edilmesine alışmış olabilirim ama röntgene karşıyım!!!)
-Nasıııııııl??? diye cırladım.
-Kahvaltı daha gelmez,sen yat uyu abla.Ben hemen silip çıkıcam.Hem anne de uyanmasın.
-Hııııı?

Veee o sırıtış geldi. Sigaradan sararmış ve çoğu çürümüş dişler ile görüp görebileceğiniz en büyük,en doğal gülümseme. Benim böyle dişlerim olsa ağzımı açamazdım valla. Ama o sırıtıp duruyor yüzüme yüzüme.Napiim pembe pijamalarımla adamın karşısında daha fazla dikilip duracak değilim. Mecbur döndüm refakatçi yatağına. Pikeyi kulaklarıma kadar çektim.
Ve dinledim.
Sessizce yerler silindi ve sonra kapı usulca kapatıldı.
(Allah Allah, Allah Allah rüya mı acaba?)

İşte Mümin’in hayatıma girişi böyle oldu.

Sonra alışmadığımız bazı insanlık hallerine Mümin bizi alıştırdı.
Mesela odanın kapısı tıkırdar, Mümin o unutulmaz güzel dişleri ile sırıtır.
-Günaaaaaaydııııın.
Annem aynı tını ile
-Günaaaaydıııııın.
Ben bütün ciddiyetimle
-Günaydın Mümin.
-Abla, yan odayı boşalttılar.Kayısı suyu kalmış ister misin?
(Amma ablacı çıktı bu da.Ulan napiim milletin kalık kayısı suyunu.)
-Sağol Mümin.Ne zamandan kalmıştır o?At gitsin.
-Olur mu Abla? Hiç açılmamış,sıfır km. Açılsa getirir miyim? Atarım zatiiin.
(Zatiiin ne ulan)
-Eee sen iç o zaman.
-Koca şiseyi ben nasıl içiiim? Al sen bunu.
(İyi ver hadi,ulan cidden açılmamış bu)
-Teşekkür ederiz Mümin.Sen istemediğine emin misin?
-Yok Abla,var bana da zatiiin.
(Zatiiin ben de ablan değilim)

O günden sonra Mümin bize sıfır km sular, meyve suları taşıdı durdu.


Mesela kapı tıkırdar.
-Abla.
-Hee Mümin.
-Ben kantine gidiyorum.
( İyi napiim)


Mümin anneme döner.
-Anne,sen bi şey ister misin?

Annem atlar tabi hemen.

-Bana ....
-Hayır Anne !
-Ne mani oluyon Abla? Ne istiyon Anne söyle?
-Tatlı isteyecektim.

  Mümin sırıtır,ah o dişler yok mu? Az sırıt be Mümin.

 -Alırdım Anne ama ben bu abladan korkuyorum.
  (Aferin Mümin patronun kim olduğunu göster ona.)
 -Sağol Mümin sen git, biz bi şey istemiyoruz.
 -Tamam Abla.
 (Hay ben senin Ablana,töbe töbe...)

  
Bahşiş adettendir değil mi? O olmadan ekstra iş yapmaz hastabakıcılar. Siz öyle sanın.

Anneme eko çekilecek, annem tutturdu Mümin de gelsin.
(Ulan adam bizim hususi hastabakıcımız mı?)

Neyse Mümin’den rica edilir.

 -Gelir misin?
 -Gelirim Abla.Sen bekle 10 dk sonra gelirim.
 -Problem olmasın?
 -Problem ne Abla?
 (Hay Allahım komik misin?)
 -No problem yani?
 -Heee,no problem Abla.
  Sırıtır.
  (Alıştım lan ben bu dişlere)

  10 dakika sonra Mümin kapıda dikilir.

  - Lumizinini getirdim anne.
  (Bu espri bayatladı be Mümin.)

 Annem Lumizinine kurulur. Onlar önde sohbet ede ede, ben arkada güle güle gideriz öyle.
İşimiz biter, odaya döneriz. Annem göz kaş işareti yapar. Ben Mümin’e para  uzatırım. Hiç beceremem öyle cebe sokuşturmayı ama.

-Abla O ne?
-Ya Mümin çok sağol zahmet oldu sana.
-Ne zahmeti abla, benim işim bu. Alamam.
 -Al Mümin, sonra başka şey isteyemeyiz.
 (Ulan al işte en beceremediğim şey zatiiin,uğraştırma beni.)
 -Abla sok onu cebine, başıma iş açma.
 -Herkes alıyor Mümin kimsenin başına bi iş gelmiyor.
  Sanki sen bunları bilmiyon Mümin !)
 -Ben almam Abla, o kadar diyom bak.
  (Tamam be bozulma, almazsan alma.Anne bi daha da sen ver yaa, bütün pis işleri niye ben     yapıyorum.)

Böylece öğrenmiş olduk ki Mümin bu işleri Allah rızası için yaparmış. Hastanede kaldığımız süre içinde o lumizinle çok seyahetlerimiz oldu. Mümin hiç para almadı. Bir iki kere daha yeltendim,baktım gerçekten kızıyor,üstelemedim.          

Hani hastabakıcılar kraldan daha kralcı olur ya, Mümin tam tersi idi.Suç ortağı bile olduk.
-Mümin bee?
-Hee abla?
-Ya bize sandalye lazım, annemin portatif tuvaletinde oturmaktaktan ....
(Popom ağrıdı.Ulan abartma Özge,adam yanlış anlar şimdi.Başına iş alma.)
-Anladım Abla.
-Mümin benim adım Özge.
-Biliyom Abla.
(Bok biliyon.Ne biliyon .Tutturmuşsunuz bi abla da abla)
-Abla...Bak şimdi ben doktor odasına gidiyorum.Orada bakiim sandalye var mı?
-Eee tamam.
(Ne bu gizlilik Mümin.)
-Var mıymış?
-Var abla iki tane.
-Eeee.
-Abla
(Ne ulan abla abla)
-O sandalyeleri hasta odalarına vermek yasak. Doktorlara sandalye kalmıyor diye kızıyorlar.
(İyi de o odayı daha bir doktorun bile  kullandığını görmedim) 
-Eee ?
-Ben kapıyı açık bıraktım. Sen biraz sonra git birini al.
(Vay gizli operasyon yapıyoruz, sandalye operasyonu ! Sevdim bu işi...)
-Alırım tamam.
-Soran olursa sakın Mümin dedi, deme.
(Der miyim be Mümin, kıyar mıyım sana ?)
-Tamam Ali verdi derim.
(Ohh Ali’den de temiz çarşaf vermemenin intikamını almış olurum.)
-Sakın Abla,olur mu öyle! Onun başı yanar.
-Şaka Mümin, kapı açıktı gördüm aldım derim.Merak etme sen.
-Hee Abla öyle de.  

Bu suç ortaklığımıza daha sonra açık unutulan depo kapısı ve temiz çarşafların durduğu odanın kapısı eklendi.


Sonra ameliyat tarihi geldi.Lumizin kapıya çekildi, annem kuyruğu dik tutmaya çalışarak oturdu. Bi sessizlik hali hepimizde.Mümin ile annem önde. Ben, kardeşim ve eşi arkada yürüdük ameliyathanenin önüne kadar. Kapılar açıldı, annemi sedyeye aldılar. O bize, biz ona el salladık. Mümin de el salladı. Mümin benim gözümden yaşlar döküleceğini anlamış gibi...
-Abla biz gidelim odayı toplayalım, sen burada biraz daha bekle.
(He Mümin, nasıl anladın? Gidin hemen yoksa böğürerek ağlamama hepiniz şahit olacaksınız.)

Ameliyat,yoğun bakım derken kısa zamanda servise geri döndük. Yeni odamıza yerleştik.Ertesi sabah odada yine sessiz bir tıkırtı.

-Mümin sen misin?
(Sensin inşallah zira başka bir Mümin kaldıramaz bu bünye.)
-He benim Abla. Anne nasıl?
-Uyuyor işte orada,iyi maşallah.
-Hadi Abla,sen de uyu biraz daha.
-Tamam Mümin, sağol.
(Gerçekten sağol Mümin).

Sonra kardeşim,ben ve eşi arasında nöbetleşe refakat günleri başlar. Kardeşim şanslı piçtir,demiştim di mi?

-Abla.
-Hee Kaya.
(Ulan herkesin ablası oldum,adımı unutmazsam iyidir burada.)
-Ben sigara içmeye gidiyorum.
-Annemi yürütecektik.
-Daha bir saat var.
-İyi.Git ama vakitlece gel,kavga etmeyelim.

Annem araya girer.

-Sıkma çocuğu.
(Hee çocuk olan varsa beri gelsin.Benden hepi topu üç yaş küçük be.)

Kapı tıkırdar. Mümin o güzel unutulmaz gülümsemesi ile...

-Merhaba Abla.
-Merhaba Mümin,Hoş geldin.
-Beni alt kattan çağırdılar.
( Napiim Mümin? İzin mi istiyorsun benden?)
-Eee git Mümin.
-İşim uzun sürer.
(Seni özleyeceğiz Mümin.)
- Bi şey isteyecek misiniz? Anne yürüyecekse, yürütüp gideyim ben.
-Yok, sağol. Kaya gelecek aşağıya indi.



Annem atılır.

-Şimdi yürümek istiyorum ben.
-Anne Mümin’in işi varmış ama.
-Yok Abla, yürüyelim.
(Hee, Boğaz’da bi tur atalım hadi.)

Böylece bizim şanslı yırtar.

Sonra bazı şeyler değişti.

Kapı tıkırdar.

-Mümin...
-Efendim Abla.
-Kantine gidiyorum, bir şey ister misin?
-Yok Abla sağol.
(Mümin be bi şey iste, kıvrandırma beni burada)
-Köfte ekmek?
-Yok sağol Abla.
-Çayın yanına biskuvi?
-Yok Abla, bi şey istemem.
(Mümin be almadan vermek Allah’a mahsus.İlla bi şey getiricem)
-İyi ben de kafama göre bi şey  alırım o zaman.
-Zahmet etme Abla.
(Zahmet ve ben pek bir araya gelmeyiz be Mümin, herkesi kendin gibi sanma.)

Kapı tıkırdar.

-Mümin.
-Hee, Abla.
-Teyzem sarma göndermiş. Böylesini yememişsindir.
-Yok sağol Abla,tokum ben.
(Ulan sarmaya tok olunur mu be !)
-Mümin çok lezzetliler ama, hem annem dedi götür Mümin’e diye.
-Yok sağolsun ama, tokum Abla.
(Yok sağol Mümin olsun senin adın.)
-Aha ben buraya koyuyorum.Sen yemezsen hemşireler yer!
(Nasıl birşeysin sen ya, kibarlığından bana gına geldi.Çürük diş!)


İşte böyle roller bazen değişerek günler, haftalar geçer. Taburcu olma gününde Mümin tabi ki Limuziniyle kapıda hazır bekler.

-Mümin hakkını nasıl ödeyeceğiz senin? Hakkını helal et.
-Sen de hakkını helal et Anne.
-Çok sağol Mümin herşey için.
-Sen de sağol Abla.

Annem hatırlar.

-Haftaya kontrole geleceğiz.Mümin’in telefonunu al,ararız.
-Hee valla.Mümin söyle numaranı.
-1234567
-Sen de ver Abla.
-987654. Mümin ama Abla diye kaydetme.Benim adım Özge !
-Biliyorum Abla.Soyadın ne?
(Sahi Mümin biz seninle hiç özel birşey konuşmadık.Evli misin? Nerelisin?Ne sen sordun? Ne ben? Ondan böyle anlaştık herhalde. Ne öncesi, ne sonrası. Sadece o anda arkadaşlık bizimki.)
-Akdeniz Mümin, annemle aynı.
-Haftaya ben memlekete izine gidiyorum Abla. Burada diilim.
-Aaa ne güzel.Kaç gün kalıcan?
-Üç hafta Abla.Zatiin anamgil bırakmaz.
-İyi o zaman.Kendine iyi bak ve çok sağol Mümin.


Bir ay sonraki kontrolden bir gün önce annem Mümin’i arattı.

-Alo Mümin,ben Özge Akdeniz.
-Tanıdım Abla.Nasılsın Abla? Anne nasıl?
(Anam Abla kabusu geri döndü ,unutmuştum bana Abla denmesini.)
-İyiyiz Mümin.Sen nasılsın?
-İyi Abla,aynı.
-Mümin yarın biz hastaneye geliyoruz.Seni de görmek istiyoruz.
-Yarın ben izinliyim.
-Yaaaa.
-Ossun ama gelirim.
-Yok ya Mümin,izin gününde napacan hastanede.
-Ossun Abla.
-İyi madem, nasıl gelicen?Alayım seni?
-Yok Abla ben 10 dakikalık yolda oturuyom.
-O zaman gelince ararım ben seni.
-Tamam Abla.
-Tamam.

Ertesi gün.

-Özge Mümin’i arasana.
-Anne daha çok erken. Kanın alınsın, bi kahvaltı edelim.Öyle ararız.Hem izin günüymüş.Uyusun biraz daha.
(Benim uykuma kıyamayan arkadaşımı  nasıl uyandırayım keyfim için)

Telefon çalar. (Ana, Mümin arıyor.)

-Abla nerdesiniz?
-Hastanedeee.
-Hani arayacaktın.
(Kıyamadım)
-Acilin önündeyiz.
-İyi geliyorum 15 dakika sonra.


Gelir,bizi bulur. Sohbet ve iş halletme kısmı.

-Mümin MR istediler.Pendik’te çekiliyormuş.Nasıl gidilir buradan?
-Abla, ben götürüyeyim sizi?
-İzinlisin sen yahu.
-Ossun Abla.
(Ossun bakalım)
Sonra hep beraber kaybolduk yollarda ama ossun.

Ve Mümin’i bırakma vakti gelir.

-Sağol Mümin,bütün yaptıkların için.
-Naptım ki Abla.
(Valla napmadın ki??? Ha siktir! Para çekmeyi unuttum)
-Mümin bak izin günün de bile bize yardım ettin daha napıcan.
-Anne sağolsun,Abla.
(Neyse 60 TL vardı,üstünü başka zaman tamamlarız artık.Eee almadın zamanında paraları bak şimdi de kısmet olmadı.Senin suçun Mümin.Hepsi senin suçun!)
-Mümin,al şunu. İzin gününü bize ayırdın.Ve almazsan o helalleşme kısmı olmaz peşinen söyleyeyim.

Parayı alır.
(Aha,aldı.Valla billa aldı. Oh, çok şükür. Uzatsaydı valla bu sefer dalacaktım.)

Ama sonra üç yirmilikten birini bana geri uzatır.
(AHaaa? Ne oldu ulan şimdi?)

-Abla.
(Ablana sıçiim Mümin)
-Hee Mümin.
-Bu fazla.
-Ne demek bu fazla.
-Bunu sen geri al.
-Nasıl ????
-Bu yeter Abla.
Parayı gene uzatır.
-Bu fazla.Bunu al sen.
(Ulan Mümin, Salak Mümin, bu işin tarifesi mi var da bu fazla diyon!)
-Mümin saçmalama,o az bile senin yaptıklarının yanında.
-Naptım ki ben Abla,herkes yapar.
-?????????
-Mümin, Allah aşkına sen deli misin yoksa melek misin?
(Saf, evet safsın sen.Damıtılmış saflıkta bir insan varsa o sensin Mümin. )
-Efendim ne dedin Abla?
(Benim bir listem var Mümin.Bazı insanların kalbine sağ elimi uzatıp dokunmak isterim. Yüreğine değmek.Benden ona, ondan bana birşey akacakmış gibi gelir.Bana iyi gelecek.Sen bu listedesin Mümin. Bunları sana diyemem.Desem efendiiiim Abla dersin zatiiiin.)
-Bi, bi şey demedim. Kendine iyi bak e mi?
-Tamam Abla, sen de...
-Seni tanıdığıma çok memnun oldum.
-Ben de Abla,siz çok iyi insanlarsınız.
( De git Mümin, de giiiiit. Seni tanıdıktan sonra kimse kendine iyi insan diyemez.)

Ve Mümin arabadan iner. Hayatımızdan da çıkar.






Not:

Hayatıma giren üç müthiş erkek dedim ki sonuna kadar ilgiyle okuyun. Aslı üç iyi insandan birincisi olacaktı. İnternetten ilham aldığım bir taktik.

Üçünün ortak özelliği sebepsiz,sorgusuz sualsiz iyilik yapmaları. Ve bana Abla demeleri J

İyi insanlar nerede?

 Her yerde demek isterdim. Böyle bir geyik iyi giderdi bu hikayeden sonra.
Ama siz de ben de biliyoruz ki  her yerde değiller ve onlara rastlamak bir şans.













   

             
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...