RAMAZAN
Mekan : Amutlu Pazarı. Basit bir semt pazarı.
Zaman : Pazar akşamüstüleri.
Kahraman : Ramazan. Gerçek bir kahraman.
Armutlu benim için önemli bir mahalle. Üniversite yıllarım, 90’lar
polisin Armutlu’ya giremediği yıllar. Ben ve birkaç arkadaşım Armutlu’nun
çocuklarına gönüllü etüd ablalığı yapardık. Yeşil vosvosumla sokaklarında
dolaşırdım. Çocuklar bayılırdı arabama. Ciddi, renksiz, yetişkin dünyaları
vardı o çocukların. Ve ben en fosforlusundan yeşil arabamla bir palyaço
gibiydim onlar için. Annelerine ders çalıştığımızı söylesek de en çok oyun
oynuyorduk. O bağımsız yıllarımdan hatıradır Armutlu bana. Bir şekilde hep
civarında yaşadım, çalıştım ne hikmetse. Yıllar sonra basit bir semt pazarı ile
hayatıma, sanırım hiç vazgeçmediği direnişi ile de hayatlarımıza tekrar girdi Armutlu.
Semt pazarlarında alışveriş yabancıdır aslında bana. 40’ından
sonra saz çalmak gibi benim için. Ama sevdim . Az ve öz alışveriş yapmayı
öğrendim. Teferruatlar yok pazarda. Bir insanın neye ihtiyacı varsa yaşamak
için o kadarı var. Bir felsefesi var
yani. Marketler gibi sisteme hizmet etmiyor. Daha ne olsun. Tam benlikmiş de
ben senelerdir yanlış yerlerde dolanmışım.
Neyse Armutlu Pazarına gelirsek Pazar günleri kurulan basit
bir semt pazarı. Pazar yerinin girişinde bir Ferrari bayii var. Bayağı
bildiğiniz Ferrari Maserati. Armutlu ve Ferrari Maserati tam bir tezat emsali. Ve
o bayiinin önünde bekleşen küfeciler .Onlardan biri kahramanımız Ramazan.
Onunla ilk tanıştığım günü çok iyi hatırlıyorum. Çok soğuk
bir gündü. Hava da yağmur var gibi ama yok. Birşey yağıyor ama ıslatmıyor, daha
çok acıtıyor. Vardır ya öyle bir yağmur. Ne sesi vardır ne kendisi. Ama yağar
bi şey nemli nemli. Kıvılcım gibi yakar tenini ama buzdan daha soğuktur.
Tenim acırken yağmurdan, Ramazan seslendi.
-Taşıyayım mı ABLAAA?
(Gene mi ABLA !!!)
Bir saniye bile tereddüt etmedim ki adetim değildir ne Abla
olmak, ne de küfeci tutmak. Tamam taşı, taşı da şu ızdırap bir an önce bitsin
diye geçirdim içimden.
İtiraf ediyorum suratına bile bakmadım. Sadece tenimin değil,
içimin de acıdığı bir gündü herhalde.
-Abla çok soğuk di mi?
-Evet.
-Geçe kalmışsın Abla?
-Heee.
-Yakında mı oturuyorsun Abla?
-?????
(Sana ne ulan! Soğuktan nefesim donmuş konuşmasak mümkünse.)
Aklımdan bunlar geçerken nasıl aksi, nasıl ters baktıysam başını
azarlanmış küçük bir çocuk gibi öne eğdi Ramazan. O mahcup çocuk ifadeyi ilk o
zaman fark ettim. Çocuk gibi bakan bir adamdı.
Ama umrumda mıydı? Hayır.
Tenim acıyor, içim acıyordu yağmur damlalarından.
Bir daha ne o konuştu, ne de ben. Hızlı bir alışveriş. Ve o
yağmurdan kaçış.
Sonraki hafta tekrar rastladım Ramazan’a.
-Hoş geldin Abla. Taşıyayım mı?
Aaa baktım o mahcup çocuk ifade. Genelde en sevimsiz olduğum
Pazar akşam saatleri olduğu halde o gün keyfim yerinde.
-Hoş bulduk. Hadi gel.
-Nasılsın Abla?
-İyiyim. Sen?
-İyi Abla. Bugün hava güzel.
-Evet.
-Ne alacaksın Abla?
-?????
O gün dedim ya keyfim yerindeydi. Kırmadım onu.
-Ne alayım?
-????? Bilmem Abla.
Sağa sola dolanıp yavaş yavaş alışverişe başladık.
Sebzecinin önünde tatlı bir kararsızlık ile sordum.
-Ispanak mı, pazı mı?
-Kara lahana alsana Abla.
(Kara lahana ??? Ulan soyadım kadar Akdenizli olan bana
söylediğin şeye bak. Ben ne anlarım kara
lahanadan.)
-Napılır ki kara lahanadan?
-Dolma yapılır Abla.
(Dolma ??? Zor be güzelim.)
-Nasıl yapılır dolması?
O da bilemedi. Döndü pazarcıya.
-Nasıl yapılır bunun dolması? diye sordu.
Benim neşem Ramazan’a geçmişti sonunda.
Ama pazarcı azarladı ikimizi de.
-Normal dolma gibi.
(Sayın salak pazarcı sen de benim gibisin anlaşıldı. Boşa
konuşmayı sevmiyorsun, yormam seni merak etme.)
Ama baktım benim küfeci anlamadı. Yine mahcup çocuk bakışlarını
öne eğdi.
(Ne eğiyorsun sende bakışları hemen. Seni de şımartmak amma zormuş be. )
Neden bilmem Ramazan bakışlarını öne eğdikçe ben şımarıklığa
vurdum işi iyice.
-Tamam ya, ver bi demet deneyelim.
Sonraları fark ettim ki Ramazan o kadar mahcup ki, şımartılmak
zorunda olan bir çocuk sanki...
Yumurta da alıcam, meyve de alıcam, şu bu derken biz o gündü
herhalde muhabbeti hafif ilerlettik. Arabaya poşetleri koyduk.
-Adın ne senin?
-Ramazan Abla.
-Hayırlı haftalar Ramazan.
-Sana da Abla.
Sonraki hafta yine Ferrarinin önündeyim ama Ramazan yok
ortalıkta.
(Hiç mi yok acaba, yoksa pazarın içinde mi?)
Neden bilmiyorum ama o
taşısın istiyorum.
(Biraz bekleyeyim hele.)
Başka küfeciler soruyor ama ben de tık yok. Hayır ne
diyeceğim ki, Ramazan’ı bekliyorum, randevumuz vardı mı diyeceğim. Neyse fazla
geçmeden Ramazan gözüktü.
-Hoşgeldin Ablam.
-Hoşbulduk.
-Taşıyacak mıyız Abla?
-Heee.
-Nasıl kara lahanayı
yaptın mı Abla?
-Nee ? Haa evet evet.
-Abla bak bu hafta buranınki çok güzel, al istersen.
-Alalım bakalım.
O günden sonra istisnasız her hafta kara lahana dolması en az
bir kere pişer oldu bizim evde.
O Pazar’da keyifliydim diye hatırlıyorum. Hiç eğdirmedim
Ramazan’ın mahcup bakışlarını yere. Şımarttım, şımardık beraber. Hatta soru
bile sordum en son arabaya poşetleri koyarken.
-Geç oldu Ramazan, nerede oturuyorsun?
-Fatih’te Abla.
Soru sordum dediğim hepi topu budur benim. Fazla soru sormam.
Sebepsiz yere soru sorulmasından da hoşlanmam. Bir nevi soru ketumuyum ben.
-Hayırlı haftalar Ramazan.
-Sana da Abla.
Sonraki hafta.....haftalar oldu. Ben Ramazan’a ve pazara
iyice alıştım. Hele hava da acı bi soğuk varsa, saat kaç olursa olsun illa
gidicem Armutlu pazarına. İlla göreceğim Ramazan’ı ve ona 10 tL de olsa
vereceğim. Her hafta hayırlı haftalar dileyeceğiz birbirimize.
Diğer küfeciler de alıştı bu duruma. Ramazan yoksa “bekle Abla
gelir birazdan” diyorlar artık.
Ramazan nasıl biri mi?
Ramazan samimi. Herkes tanıyor onu.
Ramazan anlayışlı. Keyifsiz günlerimde anlar, susar.
Bulaşmaz. Mahcup çocuk bakışlarını yere
indirtmek zorunda bırakmaz beni.
Ramazan herkesle arkadaş. Her tezgahtan istediğini alır, ağzına
atar. Kimse birşey demez.
Ramazan yardımcı. Hangi tezgahta tazesi var, bilir. Oraya
götürür sizi. Yakın uzak demez.
Ramazan kuvvetli. Arkadaşları Rambo Ramazan diyor ona.
Ve Ramazan sanki mahcup bir çocuk. Şımarıklık yapasınız
geliyor yanında. Neşelensin azıcık diye.
Fatih’te oturur. 5 çocuğu var, en küçüğü erkek. Haftanın her günü
pazarlarda küfecilik yapar.
Onun hakkında bildiğim herşey bu kadar. Fazlasına ne gerek var
di mi zaten? Pazarda bir küfeci Ramazan. Napacam özgeçmişini.
İşte böyle aylar geçti. Bazen hiç konuşmadan, bazen de azıcık
sohbetle. Komik ama aidiyat duygusu (ki bana yabancı bir duygudur) hissettim o
pazarda. Mümin gibi gizli ortağım oldu Ramazan. Yavaş yavaş Armutlu’nun bütün
esnafıyla tanıştırdı beni. Kasap, peynirci, bakliyatcı hepsinin ablasıyım
artık.
Keyifli, şımarık bir hal almıştı o sıkıcı Pazar akşamüstleri.
Fonda sanki Neşeli Günler müzikali çalan anlar...biz iki şımarık...eğleniyordum
orada...O güne kadar...
O gün... soru sordum.
Sonra sorular sordum. Cevaplar aldım.
Yeterli özgeçmişe sahibim artık. Ve şimdi içimden koca bi
naaah çekiyorum fonda Neşeli Günler müzikali çalan kafama...
O güne gelirsek...
Ramazan’a patates soğan dedim.
-Tamam Abla dedi.
Dedi ama iki adım sonra baktım dolu küfe ile ters istikamete
koşuyor, daha doğrusu o yürüyor da bana göre koşuyor.
(Ulan nereye koşuyorsun? Şimdi seni mi bekleyeceğim burada?)
Yeri gelmişken bekleme/bekletme eylemiyle ilgili de bir
maruzatım var. Beklemekten nefret ederim! Bekleme anındaki belirsizlik
duygusuna katlanamadığım için. Bazen insanları bekletmemin nedeni de budur.
Hadi bunu da burada itiraf edeyim. Beklettiğim herkesten peşinen özürler
dileyerek.
Bekleme fobim yüzünden kös kös düştüm Ramazan’ın peşine. Kısa
bir kovalamacadan sonra Ramazan bir kadının ardında durdu. Ben Ramazan’ın ardında
durdum.
Bir salise.
Ramazan’ın sırtı bana dönük, beni görmüyor. Kadının sırtı
Ramazan’a dönük Ramazan’ı görmüyor.
İki salise.
Ramazan kadının omuzuna dokundu. Kadın Ramazan’a doğru döndü.
İki saniye.
Ve sonra...Sonra durduk... Sonsuz kadar.
Herkes, herşey durdu. Kadının bakışları zamanı dondurdu.
Acı bakıyordu. Korkunç bir hüzün ile bakıyordu. Ama en kötüsü
hiçe bakıyordu. Evet, büyük bir boşluğa bakıyordu. Ramazan’ı delip geçiyordu
bakışları, beni delip geçiyordu. Biz, herşey anlamsız bir boşluktuk, hiçtik.
Bütün dünya bir hiçti. Zaman asılı kaldı havada o sırada. Sonra o kadar yavaştı
ki hareketleri kadının. Gözünü oynatışı, omuzunun üzerinden boynunu çevirişi. O
kadar yavaş ki zamanı durdurmakla kalmıyor, geriye de akıtıyordu.
Kadının ruhu devrilmiş bir yerlerde bir zamanlar belliydi.Enkazın
altında kalmış,ezilmiş gibi. Ama bedeni dik kalmış. Ruhla beraber anlamda
gitmiş. Anlam gidince geriye kalan beden napsın? O gün de karşımda zamanı geri
akıtarak nefes alıyordu işte. Şöyle düşündüğümü hatırlıyorum. Ramazan kadının
omuzuna dokunmasa da mesela, kadının arkasına atom bombası düşse kadın aynı
tepkiyi verirdi. Aynı anlamsız hiçliğe bakardı. Ha atom bombası, ha Ramazan.
Aynı. Anlamsız. Ruhu devrilmiş, bedeni dik kalmış. Kadının hali öyleydi ki, ben
varlığımı, zamanı unuttum.
Sonra Ramazan bakışlarını kadından alıp, kadının elini tutan
çocuğa çevirdi. Ve zaman tekrar akmaya başladı.
Çocuk Ramazan’a gülen gözlerle baktı. Avucunu açarak uzattı.
Ramazan cebinden iki üç bozuk para çıkardı. Çocuğun avucuna bıraktı. Kadın
bakışlarını öne eğdi. Ramazan çocuğun saçlarını karıştırdı, elini anlamsızca
havada salladı.
VeRamazan arkasına döndü. Göz göze geldik.
-Abla napıyorsun burada?
(Elinin körünü ! Asıl sen napıyorsun? Allah belanı versin
Ramazan. Bu neydi böyle? Kadının bakışları görmedin mi? Biz yoktuk, dünya yoktu
o bakışlarda. Farketmedin mi? Zaman neden durdu? )
Ramazan anlayamadı demek ki o bakışın ardındaki devrilmiş ruhu.
Ama ben o bakışı tanıdım. Lanet olsun bana ki ben o bakışı tanıyorum. Nasıl boktan
birşey olduğunu biliyorum. Ve bu bakışı bilmekten, tanımaktan nefret ediyorum. Uzun
zamandır karşılaşmamıştım. Lanet olsun Ramazan. O kadının o ruhu tekrar ayağa
kaldıramayacağını da mı anlamadın?
Tabi bunları sormadım. O bakışları anlatamadım. Bela da
okumadım yüzüne.
İşte kafamda çalan Neşeli Günler müzikalini susturan soruları
sormaya başladığım an budur.
-Kim bunlar Ramazan? O çocuğa neden para verdin?
Ve Ramazan anlattır.
-Abla bu kadının kocası pazarcıydı burada. Geçen yaz bi akşam
pazarı topladı malları kamyonete yükledi. Hepimiz buradaydık ha. Bakmış teker
patlak. Girmiş kamyonetin altına tekeri değiştirmek için.....
-Eee?
-Var ya bi alet hani altına konuyor arabanın o neydi be Abla
hiç diyemem ben.
-Kriko ?
-Hee o işte. Boşalmış. Kamyonet inmiş bunun göğsüne. Hemen
koştuk Abla. Ama hemen koştuk valla. Olmadı, çıkaramadık. Rahmetli oluverdi
oracıkda. Bu Abla da üç çocuğuyla ortada kalıverdi işte böyle.
-Üç çocuk mu?
-Evet ya, üç yetim kaldılar işte.
-Ne iş yapar kadın?
-Bilmem Abla. Burada pazarcılar yardım ediyor galiba.
(Hay Allahım ya niye bilmezsiniz şu kadınların ne iş
yaptığını.)
-Nerede oturuyorlarmış?
-Şuracıkta Abla, Armutlulu onlar.
Sonra Ramazan anlatmaya devam etti. Ben pek dinlemedim.
Yeterince öğrenmiştim. Yetim üç çocuk vardı, babaları olmayan. Kadın için ise
belli ki bir kocadan çok daha fazlasıydı o adam. Safi bir nefese dönüşecek,
zamanı geriye akıtacak kadar yavaşlatacaktı dünyasını ondan sonra. O kadınla
hiç konuştun mu diye soracak olursanız, ben ruhu devrilmiş insanlarla defterimi
kapatalı çok oldu. O kadar cesur değilim artık ! (Ama adresi ben de saklı, çok
merak ederseniz.) Arada sırada uzaktan görüyorum onları. Ramazan o çocuğa para
verdikçe.
Sonra... Sonra ne olsun...torbalar arabaya, ben yoluma, Ramazan
sırtında küfesi pazara...
Yolda düşündüm. Ramazan neden herkesin Rambo’suydu? Kendi
çocuklarına da veriyor muydu acaba o kadar harçlık? Beş çocuğa birden veremezdi
eminim. Kendi çocuğumuza mesela alamadığımız bir oyuncağı başkasının çocuğuna
sırf daha mağdur diye alır mıyız? Hangimiz bu kadar iyiyiz? Gerçekten Ramazan
bu kadar iyi miydi?
O günden sonra ben de ona Rambo Ramazan dedim. Ama içimden
tabi.
Rambo Ramazan çocuğa her rastladığında aynı şeyi yapıyor.
Yolumuzu değiştiriyor, koşturarak yanlarında bitiyor o üç beş kuruşu çocuğun eline
şıkıştırıyor. Ben de her defasında keşke
o üç beş kuruşla çözülse dertleri diye içimden geçiriyorum. Rambo’nun bu komik
saflığına uzaktan gülümsüyorum. Maalesef kökten çözüm olamayacaksam sorunlara uzak
durmak gibi kötü bir huyum var benim. Sessizce eşlik ediyorum Rambo Ramazan’a
benzeyenlere, sessizce dertleniyorum. O kadına seni anladım, anlıyorum demenin
bir faydası olmadığını da biliyorum. O da yardım istemiyor zaten. O zaman rol
almamın da bir anlamı yok... Diye düşünüyorum.
Sonraki hafta Ramazan’ı gerçekten tanımak için sorular
sormaya başladım.
-En büyük kızın kaça gidiyor?
-Lisede Abla, meslek lisesinde.
-Öyle mi? Hangi Meslek Lisesi’nde?
-Nevşehir Merkez’de.
-Aaa! Yatılı mı okuyor?
-Hayır evden gidip geliyor.
-????? Nasıl ? Nevşehir’de ev mi tuttunuz kıza?
-Yoo, Abla annesiyle yaşıyor.
-????? Diğer çocuklara kim bakıyor?
-Anneleri.
(Gözünü seveyim Ramazan. Kaç karın var senin!!?? Sakın bana küfeciyim ama iki hatta üç karım var deme. O
para verdiğin çocuğun hatırı bile kurtaramaz seni, geçiriveririm küfeyi başına
yeminle.)
-RAMAZAN ! Sen Fatih’te oturuyorsun ama kızın ve karın
Nevşehir’de mi? Nasıl oluyor bu?
-Evet Abla, dememiş miydim? Ben Nevşehirliyim. Karım çocuklar
orada. Ben buradayım. Senede 2 ay giderim oraya.
(Sormuş muydun Özge de şimdi bu kadar şaşırıyorsun.Kendime
kızdım Ramazan sana değil, sakın eğme bakışlarını öne.)
-Hay Allahım ya Ramazan, ne bileyim kafam karıştı bir an. Peki
kızın hangi meslek lisesine gidiyor?
-????? Meslek lisesine gidiyor işte Abla.
-İyi de hangisine? Hemşirelik, sekreterlik falan hangisi?
-Bilmem Abla, meslek lisesi işte.
(Ulan RAMAZAN şimdi eğ o bakışları öne! Ne demek bilmem!!! Mezun
olduğunda öğrenirsin inşallah, oğlun gitse bilirdin ama di mi...)
Neyse sonra öğrendim ki Ramazan Fatih’te bir bekar evinde
kardeşi ve yeğeniyle yaşarmış. Kazandıklarını memlekete ailesine gönderiyormuş.
Onların köy dağın eteğinde olduğu için tarlaları ekime uygun değilmiş. Zaten
fazlada tarla yokmuş. Bildiğiniz hikaye işte...De belki bilmediğiniz
küfecilerin çoğu böyleymiş. Memleketten uzakta bekar evlerinde yaşarlarmış.
Sonra başka bir gün diğer kızlarını sordum. Cüzdanından
özenle iki vesikalık fotoğraf çıkardı. Hani paso için çekerler ya, küçücük
vesikalıklar onlardan. Özenle uzattı; sanki onlar kucağındaki bebeklermiş gibi.
Ben de aynı özenle aldım, baktım birbirine çok benzeyen bu iki kız kardeşe. O
kadar sıradandılar ki; mavi önlüklü, beyaz dantel yakalı, gözleri yuvalarına
kaçmış ürkek kahverengi bakışlı iki küçük kız çocuğu. Oğlumun vesikalık
fotoğrafları aklıma geldi. O ürkek bakışlardan öyle utandım ki. Oysa ne kadar
çoklar. Ne kaçıncı sınıfa giderler,ne isimleri, o gün başka hiçbir şey soramadım.
Başka bir gün annesini,babasını sordum. Ramazan soluksuz
anlattı. Zaten artık ben sadece bir soru soruyordum, Ramazan durmadan
anlatıyordu. Alışverişi hangi ara yapıyorduk, valla ben de bilmiyorum.
Ramazan’ın onu dinleyen birine ihtiyacı varmış meğer. Benim neye ihtiyacım
vardı da bu soruları sorup duruyordum, bilmiyordum.Hala da bilmiyorum. Soru
soramam ki ben. Hani elini ayağını nereye koyacağını bilemez ya insan, ben de
gereksiz yere edindiğim bilgiyi nereye koyacağımı şaşırırım. Öğrenip de ne yapacağım?
Çok mu kötü birşey bu? Mesela Ramazan’ın bütün aile hayatını biliyorum ama ne
yapacağım bu bilgiyle onu bilmiyorum. Gerçekten huzursuzluk verici birşey bu
benim için!
Ramazan’ın annesi o 8
yaşındayken göçmüş bu dünyadan. Unutulmuş bir köyde yedinci çocuğunu doğurmaya çalışırken bebekle
beraber ölmüş. Geride benim Rambo Ramazan mahcup bakışlarıyla kalmış işte
böyle. Ramazan’ı ve diğer kardeşlerini büyük ablası büyütmüş. Hem çalışmış o
kızcağız, hem onlara annelik yapmış. Okumamış hiçbiri fazla. Babalarının
bacakları çok ağrırmış, fazla çalışamazmış!? Ramazan en çok ablasından
bahsederken bakışları gülümsüyor. Nasıl minnetle anlatıyor, ben size anlatamam
onun gibi. Bakıyorsunuzdur Ablanıza artık dedim de, bakmaz mıyız Abla, o bize nasıl baktı bir bilsen deyişi vardı ki...
Bütün kardeşler her ay ona bir miktar para gönderirmiş. O Abla’ya minnettar
Ramazan. Öyle bir minnet ve sevgi ki, ondan bahsederken bir an için bakışları
mahcubiyetten kurtuluyor sanki.
Böyle böyle ben Rambo Ramazan’ın bütün hikayesini zaman
içinde dinledim. Bütün bu öğrendiklerimi elimde her an kırılacak cam bir küre
taşıyor gibi, nereye koyacağımı bilemeden dinledim.
Sonra yine bir gün o acıtan yağmurdan yağdı. Biz gene o çocuk
ve annesine rastladık. Ben uzaktan seyrettim artık alıştığım ritüeli. Onlar
kendi yollarına, Ramazan benim yanıma... Ramazan yine başladı anlatmaya. Kendi
çocukluğundan bahsetti uzun uzun, yavaş yavaş.
Yağmur yine yakıyor tenimi ama olsun artık katlanabiliyorum. Ramazan
anlatıyor ben usul usul dinliyorum.
Sesi anlattıkça
çocuklaşıyor, adımlarımız küçülüyor, küçülüyor.
Yol bitmiş önümüzde meğer. Beyaz bir kamyonetin arkasında durduk.
Ramazan yavaşça bana döndü ve çok içten ama en içten gelen
bir sesle
-Abla, anam öldüğünde ben ikinci sınıfa gidiyordum ve kalem
alacak paramız yoktu.
Dedi. Çocuk gibi sesi ile kalem dedi. Kalem!
Kalem alacak paramız yoktu dedi.
Kafamda bu cümle dönüp durmaya başladı. Ramazan konuşmaya
devam ediyordu ama benim tüm duyduğum
-Abla, kalem alacak paramız yoktu...
Sonra baktım Rambo Ramazan yanımda küçüldü, küçüldü...Benim
nazarımda mavi önlüklü mahcup bakışlı 8 yaşındaki Ramazan’a döndü. O zaman
anladım niye o çocuğun peşinde koşturduğumuzu.
Ramazan o çocuğa kalem alabilsin diye para veriyordu. Ramazan
sadece o çocuk da kalemsiz kalmasın istiyordu... Sadece kalem alsın diye!!! Bir
faydası olsun diye değil.
Evet Ramazan, Rambo görünümlü 8 yaşında öksüz bir çocuktu,
hiç büyümemişti. Sesinizi, bakışlarınızı biraz sertleştirseniz mahcup
bakışlarını hemen öne eğen bir çocuk. Bütün derdi bir kalem olan çocuk.
Şımartılmaya herşeyden çok ihtiyacı olan.
Ve bu görev benim gibi bir katneme mi düşmüştü?
Yanımda küçük Ramazan konuştu, durdu o gün. Ama ben hiç
birşey duymadım. O kadın gibi zamanı geriye akıttım sanırım. 8 yaşındaki mavi
önlüklü Ramazan’la kamyonetin etrafından dolanarak arabaya kadar yürüdük.
Sonra...Sonra ne olsun...Torbalar arabaya, ben yoluma,
Ramazan sırtında küfesiyle pazara...
Ramazan pazara yürürken arkasından uzun uzun baktım. Tekrar
büyüdüğünden emin olmak için. Yavaş yavaş büyüdü, Rambo Ramazan’a dönüştü, sırtında
küfesiyle pazara gitti.
Ve karar verdim o gün, Ramazan da listemdeydi artık. Sağ
elimi uzatıp sol tarafına dokunduğumda, kalbine değeceğimi hissettiğm
insanların listesinde.
İşte bazen bir kalem parası kadar basittir sebep.
Hala bu hikayeyi elimde cam bir küre gibi taşıyorum,nereye
koyacağımı bilmeden. Her an kırılacak diye korkarak taşıyorum.
----------------
Bu arada Armutlu pazarını cidden herkese tavsiye ederim.
Deterjan bile var, Etistanbul diye bir kasap var yol üstünde. Ramazan’ı
ararsanız bu ay memlekete gitti. Çok komik, gitmeden beni kardeşine emanet
etti. Ama Mayıs’ta gelecekmiş. Özge gönderdi deyin diyicem ama galiba adımı
bilmiyor. Hiç sormadı sanırım.